Müslümandan ‘Birey' Olmaz mı?
[9 Mart 2009 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Hem görüşlerine hem de ahlaki duruşuna büyük saygı duyduğum Ali Bulaç ağabey, Zaman'daki köşesinde geçen hafta ‘Birey ve Özgürlük' başlıklı bir yazı yazdı. Savunduğu tez, Batı'daki ‘birey' kavramının Müslümanlara hiçbir şekilde uymayacağı idi. Ona göre Müslüman, Allah tarafından ‘ferd-i vahit' olarak yaratıldığını bilirdi, ama bunun birey olmakla alakası yoktu. Çünkü Batılı birey, Ali ağabeye göre, ‘ne Tanrı, ne efendi' düşüncesinden doğmuştu ve o seküler (din-dışı) kafayla hareket ederdi.
Müslüman olmayan dünya hakkında yapılan ve onları tek bir fırça darbesi ile tanımlayıp mahkum eden bu gibi yorumlara karşı biraz ihtiyatla yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Bu mahkum ediş, ‘İslami aydın'larda son dönemde özellikle liberalizme ve ‘bireysellik' gibi liberal kavramlara karşı yükselmeye başladı. Bu ‘Batı ürünü' anlayışların mutlaka seküler bir temele dayandığı, dolayısıyla Müslümanlarca asla ve kat'a itibar görmemesi gerektiğini vurguluyorlar.
Oysa durum bence bu kadar ak-kara değil. Çünkü aslında ortada yekpare bir Batı medeniyeti yok...
Türkiye olarak bizim bir şanssızlığımız, Batı medeniyetinin hep en seküler ve hatta din-karşıtı unsurlarıyla muhatap olmamız. Bize Batı'yı tanıtma iddiasında olan Jön Türkler ve ardından da Kemalistler, gidip de bula bula Fransız Aydınlanması'na ve Alman materyalizmine kapılmışlardı. Ardından ortaya Marksistler çıktı ki, onların fikri kaynakları daha da beterdi. Dahası, coğrafi yakınlık nedeniyle biz hep Kıta Avrupası'nı tanıdık. Buradan epey farklı olan Anglo-Saksonları, hele de Atlantik'in öteki tarafındaki Amerika'yı pek bilemedik.
Oysa tam da orada seküler olmayan bir modernlik, ve ‘ne Tanrı, ne efendi' demeyen, aksine özgürlüğünü doğrudan Tanrı'dan alan bir bireysellik var.
Editörlüğünü ünlü siyaset bilimci Francis Fukuyama'nın yaptığı aylık ‘The American Interest' dergisinin Eylül/Ekim 2007 sayısında yayınlanan ‘Faith and Progress' (İnanç ve İlerleme) adlı makale, tam da bu konuda ilginç şeyler söylüyordu. Yazar Walter Russell Mead, geçtiğimiz dört yüzyıl içinde önce İngilizlerin sonra da Amerikalıların ekonomik ve teknolojik gelişmede diğer milletleri geride bıraktıklarını vurgularken, bu iki milletin aynı zamanda ‘pek çok toplumdan daha dindar' olduğunun altını çiziyordu. (Aynı noktaya merhum Prof. Sabri Ülgener de dikkat çekmiştir.)
Mead'e göre bu bir rastlantı değildi. Aksine, Anglo-Saksonların başarısında ‘değişime açık olan, hatta değişim kavramına kendi kutsal öğretisi içinde olumlu bir rol atfeden dinamik dindarlık' büyük rol oynamıştı.
Mead'in bu ‘dinamik dindarlık' konusunda gösterdiği ilginç bir örnek, Hz. İbrahim sembolünün Amerikan toplumu üzerindeki etkisiydi. Hz. İbrahim'in hem Tevrat'ta hem de Kur'an'da yer alan kıssasındaki en önemli temalardan biri, onun içinde yaşadığı toplumun doğrularını sorgulayan ve reddeden bir ‘birey' oluşuydu. Dahası genç İbrahim, bu reddin ardından Allah'tan gelen ‘yürü' yahut ‘kavmini terk et' emriyle yola çıkıp sonu belli olmayan bir geleceğe adım atmıştı.
İşte Mead'e göre Amerikalıların dünyanın en girişimci milleti olmasında ‘Amerikan zihnindeki Hz. İbrahim imgesinin' büyük etkisi var. Allah ile ‘kişisel bir bağlantı'ları olduğuna inanan onmilyonlarca dindar Amerikalı, ticari, teknolojik veya entelektüel alandaki girişimlerinde dini bir özgüvenle hareket ediyor.
Uzun sözün kısası, ‘birey' olmak için illa seküler olmak gerekmiyor. Tam aksine, birey olmak için gereken özgüvene bazen en çok dindarlarda rastlanıyor. Dindar Amerika'nın son derece bireysel, dinamik ve optimist bir toplum olması, buna karşın seküler Fransa'da devletçilik, dayanışmacılık, pasiflik ve karamsarlığın ağır basması, tesadüf değil.